Türkiye, Irak’ın işgaliyle başlayan ve Suriye iç savaşı ile devam eden süreçte, bölgesel güçlerin ve örgütlerin zemin kazanmasına müsaade etmenin ülke içinde acı sonuçlara yol açabileceğini derinden hissediyor.
Arap Baharı sonrası Ortadoğu halklarında ve demokrasi yanlısı taraflarda oluşan büyük umut ve beklentiler, hesap edilmeyen iç dengeler ve aktif dış manipülasyonlar sebebiyle kısa süre içinde, bölgenin son yüzyılda tecrübe ettiği en büyük krize dönüştü.
Bununla birlikte artan gerginlik ortamı bölgeyle sınırlı değil ve son gelişmelerin gösterdiği gibi Bosna’dan Hint alt kıtasına ve Çin Denizi’ne kadar geniş bir alanda rakip güçler arasındaki sıcak çatışma olasılığı ciddi biçimde yükselmiş durumda. Türkiye’nin yakın coğrafyasının gidişatıyla ilgili de ne yazık ki belirsizliklerin azalmadığı tersine giderek daha karmaşık bir hal aldığı görülüyor. Bu durum özellikle Suriye üzerinden uzun süredir ilgi çekici bir irtibat içinde olan ABD ve Rusya’nın inişli çıkışlı ilişkilerinden de gözlemlenebiliyor. Son olarak 3 Ekim’de ABD Dışişleri Bakanlığının iki ülke arasında Suriye eksenli görüşmelerin sonlandırıldığını açıklaması, son haftalardaki krizde yeni bir aşamaya işaret ediyor.
Hatırlanacağı üzere 9 Eylül’de Washington ve Moskova arasında silahlı muhaliflerin sınıflandırılması ve kapsamlı bir ateşkes üzerinde anlaşmaya varıldığının açıklanmasına rağmen rejim güçleri Halep’e saldırılarını sürdürmüş, akabinde ABD öncülüğündeki koalisyon uçakları 17 Eylül’de “yanlışlıkla” Deyru’z Zur’daki Esed güçlerini vurarak yüze yakın rejim askerini öldürmüştü. Olaydan iki gün sonra Rus jetlerinin BM denetimindeki Halep’e yardım götüren insani yardım konvoyunu vurması yalnızca ABD ve Rusya arasındaki gerilimi artırmakla kalmadı Suriye’deki dengeleri de etkilemeye başladı.
ABD’den politika değişikliği sinyalleri
Suriye müzakerelerinin kesildiğinin duyurulması Washington’un son günlerde Suriyeli muhaliflere silah yardımı konusundaki tavrını yumuşattığı ve bunun sonucunda başta karadan karaya Grad füzeleri olmak üzere gelişmiş silahların muhaliflerin eline geçtiği haberleriyle eşzamanlı oldu. Bazı Batılı kaynaklara göre uçak ve helikopterlere karşı kullanılabilen tek kişilik uçaksavarların da muhaliflerin eline geçmesi an meselesi.[1] Buna karşın Rusya ABD’nin adımları karşısında geri adım atmayacağını göstermekten geri durmuyor. İlk olarak ABD ile 2000 yılında imzaladığı plütonyum imha anlaşmasını askıya aldığını açıklayan Moskova yönetimi, Suriye içindeki uçaksavar sistemlerini takviye etmek için de harekete geçti ve ABD yönetiminin iddiasına göre SA-23 Gladiator (S-300VM) gelişmiş hava savunma sistemlerini Tarsus limanı üzerinden Suriye’ye gönderdi.[2] Muhaliflerin ya da DAEŞ gibi terörist grupların hava muharebe unsurlarına sahip olmadığı düşünüldüğüne bu girişimin ABD’nin rejim karşıtı hava operasyonlarını caydırma/önleme amacına yönelik olduğu düşünülebilir.
Suriye konusundaki iki ana oyuncu arasındaki bu zikzaklı ilişkilerin etkisi bölge ülkelerinin tavırlarını da etkiliyor. Son birkaç aydır, Başbakan Binali Yıldırım’ın en azından geçiş aşamasında Beşşar Esed’in muhatap kabul edilebileceği yönünde yaptığı açıklamalar Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 20 Eylül’deki New York ziyareti öncesinde havaalanında gazetecilere Esed’in geçiş sürecinde dahi yerinin olmadığını ifade etmesiyle gündem dışına çıktı. Bu durum üst düzey yetkililer arasındaki görüş farklılığından ya da temas kopukluğundan çok, sahada yaşanan anlık gelişmelere göre siyaset belirleme zorunluluğundan kaynaklanıyor. ABD’nin Rusya ile restleşmesi ve karşılıklı tehditlerin artması, Türkiye’nin pozisyonunu yeniden değerlendirmesine neden olurken Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Aleksey Meşkov’un “Suriye konusunda Türkiye ile ihtilaf içinde olduğumuz sır değil ancak ateşkes ve insani yardım konusunda Türk tezlerini duymak istiyoruz” şeklinde konuşması son gelişmeler ışığında Suriye politikasını gözden geçiren tek başkentin Ankara olmadığını gösteriyor.
ABD’nin yıllardır bilinçli bir şekilde pasif davranarak kan gölüne dönmesine izin verdiği Suriye konusunda tutumunu sertleştirmeye başlamasının nedeniyle ilgili farklı yorumlar mevcut olsa da en çok kabul gören iddia dış politikada etkisiz kalmakla eleştirilen Obama’nın yaklaşan başkanlık seçimleri öncesinde Hillary Clinton’un elini güçlendirmek için bu adımları attığı yönünde. Moskova yönetiminin, doğrudan rejim mevzilerinin hedef alınması durumunda felaket yaşanacağını ileri sürmesi Obama’nın müdahalede ciddi olabileceğini düşündürüyor. Obama her ne kadar son konuşmasında mecbur kalmaması durumunda Suriye’ye asker göndermeyeceğini tekrarlasa da bu ifadeler pekala aba altından sopa göstermek olarak yorumlanabilir.[3]
Zira öncelikle Münbiç olayında yakından görüldüğü üzere sayıları az da olsa Amerikan güçleri Suriye’de zaten mevcut, ikinci olarak ABD’nin Suriye’deki dengeleri değiştirmek için kara askeri göndermesine hatta hava bombardımanı yapmasına bile gerek olmadığı biliniyor. Suriye savaşının demografisi ve coğrafyası göz önüne alındığında muhaliflere verilecek etkin silah desteğinin kısa sürede Rusya’yı ülkeden çıkmaya mecbur bırakacağı aşikâr. Aslında muhtemelen ABD’nin planı orta vadede bu yöndeydi ancak yaklaşan başkanlık seçimleri Obama’yı daha erken davranmaya itmiş durumda. Yoksa kimse ABD’nin Suriye’yi ya da bölünmüş ana gövdesini Rusya’ya bırakacağına ihtimal vermiyor.
Türkiye Musul’un yeni bir Halep olmasına karşı
Öte yandan Ortadoğu’daki en önemli çatışma alanı Suriye olsa da yaklaşan Musul operasyonu nedeniyle Irak da gündemde ön plana çıkmaya başlıyor. Türkiye’nin geçmişten beri Musul’a yönelik alakası zaten biliniyordu ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1 Ekim’deki Meclis açılışında yaptığı konuşma ve Lozan vurgusu konuyu yeni bir boyuta taşımış durumda. Nitekim Irak merkezi yönetiminden ve İran yanlısı milis grupların liderlerinden peş peşe gelen açıklamalar Türkiye’nin Musul operasyonuna hiçbir şekilde müdahil olmaması gerektiği yönündeydi. Buna Irak Meclisi’nin Türkiye karşıtı sert açıklamaları ve Türk Büyükelçinin Irak Dışişleri Bakanlığına çağrılması eklendiğinde Irak merkezi hükümetinin ve arkasındaki gücün Türkiye’nin yeni dönem bölgesel hamlelerinden ne kadar rahatsız olduğu anlaşılabilir.
Ancak Cerablus operasyonunun da somut bir şekilde ortaya koyduğu üzere Ankara artık kendi kaderini ilgilendiren konularda ve ulusal çıkarları gerektirdiğinde -başkalarının ne dediğini dikkate alsa da- farklı aktörlerle sıcak çatışmadan kaçınmayacağını net bir şekilde deklare etmiş durumda. Zira Türkiye, Irak’ın işgalinin ardından başlayan ve Suriye iç savaşı ile devam eden süreçte kimi bölgesel güçlerin ve örgütlerin oldubittiyle zemin kazanmasına müsaade etmenin yalnızca bölgesel çıkarlarını ve politikalarını sekteye uğratmakla kalmadığını, aksine ülke içinde de acı sonuçlara yol açabileceğini son bir yıldır yoğunlaşan terör ve darbe girişimleriyle derinden hissetmiş durumda.
ABD’nin yeni hedefi Suudi Arabistan mı?
Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta daha aktif bir şekilde sahaya inmesi, iki ülke konusunda benzer pozisyona sahip olduğu Suudi Arabistan ile olan ilişkileri de daha önemli hale getiriyor. Son dönemde sıklaşan karşılıklı ziyaretler bölgesel konularda iki ülke arasındaki görüş ayrılıklarının asgariye inmiş olduğunun işareti olarak değerlendirilebilir. Öte yandan Riyad yönetimi son dönemde ABD Kongresinden geçen ve 11 Eylül mağdurlarına Suudi Arabistan aleyhine dava açma hakkı tanıyan yasanın şokunu yaşıyor. Geçmişte benzer şekilde İran’ın ABD’deki malvarlıklarını donduran ve özellikle İsrailli dava sahiplerine büyük meblağlarda ödemeler yapan Washington’un aynı politikayı Riyad yönetimine karşı da uygulamaya koyma ihtimali, zaten bozuk olan ABD-Suud ilişkilerini kriz seviyesine çıkarmış durumda.
Yasanın çıktığı gün Türkiye’ye ziyarette bulunan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşen İçişleri Bakanı ve Veliaht Prens Muhammed bin Nayif’in görüşmelerinde de konunun gündeme geldiği anlaşılıyor. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni dönemin manifestosu olarak değerlendirilebilecek Meclis konuşmasında bu meseleyi de gündeme getirmiş ve kararın kabul edilemez olduğunu vurgulayarak Türkiye-Suudi Arabistan yakınlığının önümüzdeki dönemde süreceğini göstermiştir.
Cumhurbaşkan Erdoğan’ın meclisteki konuşmasında Ankara’nın Tahran ile mevcut iyi ilişkileri sürdürmek ve geliştirmek istediğini vurgulaması Türkiye’nin yeni dönemde de bölgesel politikalarını kompartımanlara ayırma stratejisini sürdüreceğini gösteriyor. Bununla birlikte Türkiye’nin Musul operasyonuna aktif bir şekilde müdâhil olması ve Şii milislerle karşı karşıya gelmesi durumunda, bölgede agresif dış politikasıyla öne çıkan İran ile ilişkilerin ciddi biçimde etkilenmesi son derece muhtemel görünüyor.
Dr. Hakkı Uygur
İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Başkan Yardımcısı
[1] https://www.washingtonpost.com/news/global-opinions/wp/2016/09/28/putin-is-making-a-mistake-in-syria-and-russia-will-pay-the-price/?utm_term=.c19caa21fe3e
[2] http://www.dunyabulteni.net/haberler/379328/abd-iddiasi-rusyadan-suriyeye-fuze-sistemi
[3] http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1923751-obama-suriyeye-asker-gondermek-onceligimiz-degil
http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/turk-dis-politikasinda-yeni-donemin-kodlari/659498