Yalova Sosyal Gelişim Derneği tarafından Kritik ve Analitik Düşünme ile ilgili yapılan söyleşide Mehmet Bozoklu tarafından İslam Coğrafyasında Olup Bitenlerin Kritik Bir Tahlili yapıldı. Toplantı notlarına haberin devamında ulaşabilirsiniz.
KAD SÖYLEŞİLERİ-2
İslam Coğrafyasında Olup Bitenlerin Kritik Bir Tahlili
Mehmet BOZOKLU (*)
“Saygıdeğer arkadaşlar, hoş geldiniz.
Konuya isterseniz önce kritik ve analitik düşünmek ne demek diye başlayalım ve bir çerçeve çizelim. Sizce kritik düşünmek, analitik olmak ne demektir?
Burada ilk olarak bir anlam karmaşasını düzeltmek gerekiyor. ‘Düşünce’ ile ‘düşünme’ arasındaki anlam farkına dikkatinizi çekmek istiyorum. İngilizcesine bakarsak ‘thought’ ile ‘thinking’ arasında çok büyük fark vardır. ‘Düşünme’ bir eylemdir ve bizim kritik yapmaktan kastımız da budur. Yani bir fikir akımı diyebileceğimiz ‘düşünce’ değildir. Farkındaysanız bu küçük semantik akıl yürütme bile kritik bir düşünme metodu ve analitik bir yol izlemeyi gerektiriyor.
Kritik düşünmeyi duyduğumuz bir şeyi mutlak doğru olarak algılamama, biraz daha akıl yorma olarak özetleyebiliriz. Dolayısıyla kritik düşünmek eleştirel bir bakış açısı gerektirir. Ancak bu negatif bir maksadımız olduğu anlamına gelmemelidir. Zira kritik düşünme kabiliyeti olanlar en yapıcı eleştiriyi yapar ve sonuca pozitif katkıda bulunurlar. Aynı olaya başka bir açıdan bakabilme melekesi bizlere hayatta önemli bir avantaj sağlar. Size muhtelif algılama kanallarından ulaşan verileri olduğu gibi kabul etmeden, bir takım kriterleri uygulamak yoluyla yeni bir bakış açısıyla konuya odaklanmak demektir kritik düşünebilmek. Çünkü bize ulaşan enformasyon ancak bizlerin yorumlamasından geçtikten sonra bilgi haline dönüşecektir. Pasif alıcı değil, aktif yorumlayıcı olmaktır kritik düşünmek.
Analitik olmak ise en basit tabirle bileşenlerine ayırmaktır. Bir konuya, bir olaya sebep-sonuç ilişkisi içerisinde derinlemesine bakabilmektir. Çünkü bilginin doğruluk derecesi sebepler ve sonuçlar arasındaki mantıksal ilişkinin sağlamlığı ile doğrudan ilişkilidir.
Bir Çinli bana zamanın birinde şöyle demişti: “Modern dünya tarihini Çinliler yazmıştır Eğer biz Çinliler Asya steplerinden Türkleri batıya göçe zorlamasaydık Batı Roma yıkılmayacak, Batı Hıristiyanlığı orta çağın karanlığını yasamayacak, bu dönemde Katolik kilisesinin sultasında bu bölge insanları bildiğimiz tarihini yaşamayacaktı. Avrupa’da bildiğimiz Rönesans ve Reformasyon yaşanmayacak, Avrupalı Kilise düşmanlığının tetiklediği “sekülerleşme” sürecinden geçmeyecek ve dünyaya bu seküler aklını bu şekli ile yaymayacaktı.” Evet, bu sebep-sonuç ilişkilerine bakarsak Çinli aslında haklıdır. Ama kim bu sözün ilk cümlesini duyduğu anda hemen kabul eder? Çinlinin yaptığı bir tarih analizidir mesela.
Tabii bilimlerde sebep-sonuç ilişkileri kontrollü ortamlarda tespit edilir. Alışılagelmiş olan analitik yöntem mantık kuralları işletilerek laboratuarlarda elde edilen deneysel verilere dayanmayı gerektirir. Ortamdaki tüm değişkenleri (nem, sıcaklık gibi) kontrol ederek analiz yapmak belki fen bilimlerinde mümkün olabilir. Peki, sosyal bilimlerde bu nasıl mümkün olacak? Nasıl analitik düşüneceğiz? Bir toplumu laboratuar ortamında bir teste tabi tutmak nasıl mümkün olabilir ki? Toplumsal olguların kritiği işte bu nedenle çok daha hassas referans noktalarına sahip olmayı gerektiriyor. Objektif olmak tabii bilimlerdeki gibi kolay olmuyor çünkü. Belki de sosyal bilimleri heyecanlı kılan bu sübjektifliği olsa gerek.
Değerli arkadaşlar,
Kritik düşünmenin farklı noktadan aynı olaya yaklaşabilmek ve bu şekilde herkesten farklı düşünebilmek, analitik olmanın ise bileşenlerine ayrıştırma yöntemi ile süreçlerin dinamiğini anlayabilmek olduğu söylemiştik. Bunu biraz yaşadığımız coğrafyayı daha iyi anlayabilmek ve burada yaşanmakta olan süreçleri analiz edebilmek amacıyla kullanmaya çalışalım.
Sizce dünyadaki en büyük İslam ülkesi neresidir diye sorsam ne derdiniz? Sizi bilmem ama ortalama bir Batılı hemen Orta Doğu’da bir devlet düşünür. Çünkü İslam eşittir Orta Doğu’dur ona göre. Farkındaysanız bu örnek bizlerin de çoğu zaman içine düştüğü sorgusuz kabullenişlere bir örnektir. Biz biliyoruz ki ne Müslümanların çoğunluğu Orta Doğu ülkelerinde yaşar, ne de Orta Doğu’da yaşayan nüfusun hepsi Müslümandır. Evet, şöyle bir sıraya koyarsak; Endonezya, Pakistan, Bangladeş, Hindistan… Demek ki, İslam coğrafyasından bahsedeceksek aslında pergelin ucunu kafamızda biraz kaydırmamız gerekecektir. Özellikle biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak yaşadığımız coğrafyayı iyi tanımak durumundayız. Bu hem tarihimizin bize bıraktığı bir mirastır, hem de ülkemizin şu anki potansiyelini daha ileriye taşıyabilmek adına beşeri bir görevdir. Türkiye alan, nüfus, ekonomi olarak dünyanın 20 ülkesinden biridir. Yani gelişme için gerekli üç önemli veri acısından Türkiye büyük bir avantaj taşımaktadır. Bangladeş gibi kimi kalabalık ülkeler topraktan, Kanada gibi kimi geniş ülkeler ise nüfustan mahrumdur örneğin.
Değerli arkadaşlar,
Dikkat ederseniz şu günlerde olup bitenler Arap-İslam coğrafyasında gerçekleşiyor. Hiç düşündünüz mü, neden Arap dünyası bu durumda? Acaba Arap coğrafyasında süreçler nasıl şekillendi günümüze gelinceye kadar? Acaba bunda bizim ne kadar kusurumuz ya da ihmalimiz var ve bunu geriye çevirmek mümkün müdür?
Hatırlarsınız, hala devam ede gelen bir söylem vardır. İçeride bazıları sürekli bazı klişe sözleri ortama pompalarlar: “Araplar bizi arkadan vurdu”. Bunun aynadaki aksi ise güney sınırlarımızın öteki tarafında vardır doğal olarak: “Türkler bizi geri bıraktı”. Farkındaysanız bunlar birbirinin neredeyse aynısı sözlerdir. Demek ki buradaki ve oradaki odaklar işlerini iyi yapıyor ve bizler de alet oluyoruz. Dilimizdeki “Arap” konulu sözler ve filmlerimizdeki yanlış Arap algılamaları tesadüfi olamaz. Benzer Türk imajının Arap coğrafyasında olduğunu tahmin etmek de zor değildir.
Peki, Batılılar bizim de içinde bulunduğumuz coğrafya hakkında ne düşünüyor? Sizlere bir anımı aktarmak istiyorum. Amerika’da öğrencilik yaptığım yıllarda bir Amerikalı şöyle bir soru sormuştu: “Sizin ülkenizde asfalt var mı?” Neden diye sorduğumda “Develerin asfaltta rahat yürüyemediklerini duymuştum” dedi, bana. Bu örnek ortalama bir Batılının aslında bölgemizle ilgili ne kadar sığ bir bilgiye sahip olduğunu gösterir sanırım.
Maalesef dünyanın birçok yerindeki insanlar, İslam coğrafyası hakkında yüzeysel bilgilerle donatılmıştır. Peki, Batının bu tarz yaklaşımı tamamen önyargı mı, yoksa cehalet mi? Ya da bunun ötesinde bir kasti dezenformasyon makinesi mi var bu önyargıları topluma yerleştiren? Bize düşen önce bu sorulara cevap bulmak, daha sonra da en azından bana o soruyu soran cahil şahıs gibilerin kafasındaki yanlış algıyı düzeltmektir. Batıdaki makul çoğunluğu kasıtlı ve sinsi azınlıktan uzaklaştırmak çok büyük fark oluşturacaktır. Batılıya körü körüne düşmanlık yapmak bir çözüm olmayacaktır.
Neden Arap dünyasında otoriter rejimler var sizce? Acaba bu bölge insanları kendilerine böyle bir idare tarzını mı uygun buldular – ki bu durumda şahsen saygı duyarım her ne kadar beğenmesem de – yoksa Türk-Arap uzaklaşmasını planlayanlar bunu da mı planladılar? İkinci ihtimalin doğru olduğuna dair çok güçlü göstergeler vardır. Azınlığa dayalı otoriter rejimler demokratikleşme istemeyecektir ve daha insani bir rejimi arzu edecek çoğunluklara karşı kendilerini getiren iradeye sürekli bağımlı kalacaktır. Plan budur. Burada mesele hemen her Ortadoğu ülkesinde gördüğümüz bu kısır döngüyü makul çoğunluk adına barışçı yollarla dönüştürebilmektir. Bunda da elbette bizlerin önünde çok farklı engeller olacaktır.
Engelleri tanımak önemli elbette. Bölge dışı aktörleri ve bu bölgedeki çıkarlarını iyi analiz etmek gerekir. Mesela yöntem açısından ABD ile Avrupa birbirinden kısmen farklıdır.
Avrupa açısından çoklu anlaşmalar, prensipler ve süreçler önemlidir. Bu, Avrupa’nın çoklu yapısıyla ve tarihsel süreci ile de alakalıdır. ABD ise ikili anlaşmalar yapar ve hızlı bir şekilde sonuca ulaşmayı hedefler. Avrupa’nın Ortadoğu yaklaşımında tuhaflıklar ve tutarsızlıklar var elbette. Çünkü Avrupa içinde de dengeler ve farklı anlayışta üye devletler var. ABD en azından daha tek sesli ve tutarlı. Ne yapacağı daha belirgin bir ülke. Ayrıca, ABD için başkasını değiştirmek çok şey ifade eder. ABD’yi kuran irade, bir anlamda Avrupa’dan dışlanmış dindarlardır. Ortalama bir Amerikalı için o devletin ilahi bir görevi vardır. Dünyayı tanrının buyruğu çizgisinde dönüştürecek bir devletiz der, ortalama bir Amerikalı. Tanrı bize bu görevi verdi diye inanır. ABD maalesef halkının dindarlık duygularını istismar etmektedir. Bizde ki kritik ve analitik düşünme eksikliği elbette ki ABD halkında da var.
Aralarında farklar olmakla birlikte Batı dünyasının önde gelen güçleri yirminci yüzyılda tanıdığımız otoriter rejimlerin arkasında durmaya karar verdiler. Küçük azınlıklara dayanan bu otoriter rejimlerin artık yürümediğini, halkın daha fazla özgürlük arzusuna onları teskin edecek derecede cevap veremediklerini de fark ettiler. Yani bir nevi format değişikliği gerekiyor onlara göre.
İşte burada bizlere çok yönlü bir görev düşüyor. Hem kendi ülkemizde hem de Arap coğrafyasında empoze edilmiş karşılıklı yanlış algılamaların üstesinden gelebilmemiz gerekmektedir. Eş zamanlı olarak da Batı dünyasındaki makul çoğunluğu kazanabilmek, onları yönetenlerin kendi ülkelerindeki insani tavrını başka halklara karşı göstermediklerini anlatabilmek gerek. Yani sürekli savunmada kalmak değil karşı atağa geçmek bir nevi. Bu arada da, Batı eliyle vuku bulan bu alt üst oluşu bir fırsat olarak değerlendirmek, ilk yola çıkan olup yanı başımızdaki bu dost coğrafyada herkesten önce geleceğe şekil vermek için çaba sarf etmek gerek. Türkiye rolünü üstlenir mi? Ben çok ümitliyim. Son zamanlarda Türkiye bölgesinde asil bir duruş sergilemekte ve bölge milletlerinin gönlünü kazanmaktadır. Asil duruş, halka destek vermek, Batı’nın alternatif otoriter rejim oluşturma çabalarını, hem bölgede hem de kendi ülkeleri içinde ifşa etmekten geçecektir. Türk Dış İşlerinin Afrika’da yapmakta olduğu açılımın nelere sebep olduğu ortadır mesela. Oraya açılan Türkiye, belli ki Fransızları çok kızdırmıştır. Aslında bu çok iyi. Çünkü kızan insan çok kolay hata yapar.
…
Efendim beni dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.
* YALOVA SOSYAL GELİŞİM DERNEĞİ KAD SÖYLEŞİLERİ-2
01.07.2011 tarihli “İslam coğrafyasında olup bitenlerin kritik bir tahlili” konulu söyleşiden metne çevrilmiştir.
Metne çeviri & tashih: 01.11.2011 Y.Çiftçi